Doğanın mucizesidir… Erkek-dişi incir arıları, incir çiçeğini yuva olarak kullanırlar. O yuvadan bu yuvaya uçarken, incirlerin döllenmesini de sağlarlar. Bazen hava bozar, ilk buldukları kuytuya, içinde yaşam barındırmayan, terk edilmiş, metruk evlerin bacasına sığınırlar. En korunaklı yer, bacanın dibindeki ocaktır. Rüzgâr, toprağı savurup ocağın dibinde biriktirir. Ve, arıların narin kanatlarında taşınan incir tozu o toprakla buluşur. Boy verir. Ocağına incir ağacı dikildi derler ya... İste budur. Ocağına incir ağacı dikilmiş bir kadının torunuyum ben... Evini, köyünü, yurdunu, dünyaya geldiği toprakları ebediyen terk etmek zorunda kalan, defolup gideceksin dedikleri Girit'ten pılısını pırtısını toplayıp, Anadolu'ya göç eden bir kadının torunuyum. Yiğit adamdı dayısı, burada doğdum burada öleceğim dedi, Rum çeteciler tarafından vuruldu. Kız kardeşi bebekti, yolda koleradan can verdi. Katır sırtındaydılar. Anavatanlarında ama bilmedikleri adreslerde, hangi meçhulde defnettiler o kızıl saçlı minik kızı, hatırlamıyordu. Sadece, babasının ağaçlara vura vura, haykıra haykıra ağladığını hatırlıyordu. Ve, annesinin o günden sonra bir daha asla gülmediğini. Ben ise, yaşlılığını hatırlıyorum anneannemin. Adraçimu diye okşardı saçımı, adamım yani. Hanya, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin üzerinden incir poleni gibi savrulduğu İzmir’de, Kordon'da salep yudumlayıp, dalgın dalgın denize bakarken yakalardım onu... Gözü ufukta, sanki Giriťin ışıklarını görecekmiş gibi... Ah Hanya, ah Resmo diye diye göçtü gitti. Kendi payıma... “Unutulan Ada Kıbrıs”ı bu duygularla okudum. Girit'i kaybetmiş, ocağına incir ağacı dikilmiş bir kadının torunu olarak... Vatan toprağı adeta bir kilim gibi ayağının altından çekilivermiş bir ailenin ferdi olarak, içim titreyerek okudum. İsminde "unutulan" deniyor ama... Henüz çok geç olmadan yazılmış bir kitaptır. Kıbrıs’ı, milli davayı asla unutturmamak için... Bu kitaba sahip çıkmak, yurttaşlık görevidir.

By: İlker Başbuğ

Doğanın mucizesidir… Erkek-dişi incir arıları, incir çiçeğini yuva olarak kullanırlar. O yuvadan bu yuvaya uçarken, incirlerin döllenmesini de sağlarlar. Bazen hava bozar, ilk buldukları kuytuya, içinde yaşam barındırmayan, terk edilmiş, metruk evlerin bacasına sığınırlar. En korunaklı yer, bacanın dibindeki ocaktır. Rüzgâr, toprağı savurup ocağın dibinde biriktirir. Ve, arıların narin kanatlarında taşınan incir tozu o toprakla buluşur. Boy verir. Ocağına incir ağacı dikildi derler ya... İste budur. Ocağına incir ağacı dikilmiş bir kadının torunuyum ben... Evini, köyünü, yurdunu, dünyaya geldiği toprakları ebediyen terk etmek zorunda kalan, defolup gideceksin dedikleri Girit'ten pılısını pırtısını toplayıp, Anadolu'ya göç eden bir kadının torunuyum. Yiğit adamdı dayısı, burada doğdum burada öleceğim

1955 yılının yazında Afyonkarahisar’dan İstanbul’a taşındık. Daha önce bir sefer, dedemle beraber, teyze oğlunun sünnet düğününe katılmak üzere İstanbul’a gelmiştim.
Haydarpaşa’da ilk defa denizi gördüğümde şaşırmıştım. Hele vapur Karaköy’e yaklaşınca herhalde şaşkınlığımdan, “Kubbelere bakın” diye bağırmışım. Rahmi Eniştem, ilerde hep bana bunu hatırlatarak takılırdı.
Şimdi, İstanbul’a temelli geliyorduk.
İstanbul, çok kişi için rüya gibi şehirdi.
Evimiz, Boğaz’ın sakin semtlerinden olan Kuzguncuk’taydı.
Kuzguncuk, o gün de bugün olduğu gibi kozmopolit, şirin bir kasabaydı. Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler Türklerle hep birlikte mutlu olarak yaşıyorlardı.
Her şey 6 Eylül 1955 günü saat 13.00’te yayınlanan bir haberle bozuldu. Radyo haberine göre Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlatılmıştı.
Sonradan öğrendik ki, Türkiye’de 6-7 Eylül olayları yaşanırken, Londra’da Kıbrıs konulu bir konferans devam ediyormuş.
İki olayın aynı anda yaşanmış olması bazılarına düşündürücü gelebilir.
Ortaokulu bitirdikten sonra, 1957’de Kuleli Askeri Lisesi’ne girdim.
Kıbrıs’la ilk tanışmamız, 1958 yılı başında oldu. Lefkoşa’daki gösteriler esnasında, İngilizlerin açtığı ateş sonucunda yedi Türk hayatını kaybetmişti.
Okulda, kendi aramızda bu olayı hararetle ve heyecanla tartışmıştık.
7 Haziran 1958 günü, İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda büyük bir Kıbrıs Mitingi düzenlendi. Bu mitingde slogan haline dönüşen “Ya Taksim, Ya Ölüm” çığlıkları uzun süre kulaklarımızı çınlattı. Sonra, birdenbire bu çığlıklar yerini sessizliğe bırakacaktı.
Askeri Lise, Harp Okulu, Tuzla Piyade Sınıf Okulu derken: 1963 yılı başlarında, teğmen rütbesiyle ilk kıť’a görevine tayin oldum. Görev aldığım birlik, Kartal Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’dı. Bu tayinin en güzel yanı ise İstanbul’da ailemizin yanında Kuzguncuk’ta yaşamaya devam etmemizdi. Harp Okulu’nda bizlere hangi sınıfa ayrılmayı istediğimiz sorulduğunda İstanbul’dan gelenlerin çoğu piyade olmayı tercih etmişti. Nedenlerden birisi de, Piyade Sınıf Okulu’nun İstanbul Tuzla’da olmasıydı.
Kıt’aya katıldığımız günlerde ilk karşılaştığımız vaka, Kıbrıs olayları oldu.
Kıbrıs’ta ne zaman bir olay olsa, Tugay’da alarm veriliyordu. Ben, o zaman 3. Piyade Bölük Komutanlığı’na vekâlet ediyordum. Bölük’te benden başka sadece bir tane astsubay bulunmaktaydı. Alarm verilince, sefer görev bölgesine intikal ediyorduk. Sefer görev bölgemiz de Sultanbeyli Çiftliği. O zamanlar orası o kadar güzeldi ki, yemyeşil, tertemiz, doğa olarak çok güzel bir yerdi. Şimdilerde, oradan otoyol üzerinden geçerken, geçmişin daha güzel olduğunu düşünüyorum.
O dönemde yaşadığım ve unutamadığım bir hatıram vardır:
Yine bir alarm verildi, tabii gece, bize haber geldi. O dönemde Kuzguncuk’tan Maltepe’ye sivil araçlarla, kısıtlı imkânlarla gidip geliyoruz. Astsubayım da başka bir yerde oturuyor. Alarm verildiğinde birlikler çözülmeye başlar, yani kışlaları terk ederler ve önceden belirlenmiş sefer görev yerlerine intikale başlarlar.
Geçirdiğim günleri, oradaki komutanlığımı unutamadığım 3. Bölük’te alarm veriliyor, sefer görev yükleri araçlara yüklenecek, kıt’a çavuşu, nöbetçi çavuş “çıkın” diyor. Biz çıkış öncesi hazırlığa ve çıkışa yetişemedik tabii. Şimdi bakın, bir kıťa çavuşu bölüğü kaldırıyor, yüklüyor ve Kartal Maltepe’den 20 araçlık konvoyla çıkarıyor… Nereye götürüyor; Sultanbeyli Çiftliğine…Ve benim bölüğüm, Tank Taburu Görev Kuvveti’nin emrine giriyor. Çavuş gidiyor, Tank Tabur Komutanı’na tekmil veriyor. “3. Bölük şu kadar mevcudu, su kadar aracıyla vukuatsız olarak intikal etmiştir” diye. Ben birliğe ancak orada müdahil oldum. Gittiğimde Tabur Komutanı “Şaşırdım, böyle bir şey nasıl olur, bir kıt’a çavuşu bölüğü çıkarıyor, en az 20 araçlık konvoyla Maltepe’den Sultanbeyli’ye intikal ettiriyor, kimin emrine gireceğini, gittiği yerde neler yapılması gerektiğini biliyor, birliği araziye yayıyor, emniyet tedbirlerini alıyor, sonra da gidip tekmil veriyor, inanılmaz bir şey” dedi… Onun için 3. Bölük Komutanlığı benim üzerimde çok unutulmaz etkiler yaratmıştır. Kartal Maltepe’den ayrılacağım güne kadar büyük bir zevkle, istekle görev yaptım orada… Sonra o çavuş Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından ödüllendirildi. Ödül verilmesini teklif ettik, özel olarak ödül aldı.. Bizim komuta ettiğimiz asker buydu işte…
1973 yılında, Kara Harp Akademisi’nden mezun oldum. Bu sefer görev yerim; Genelkurmay Karargâhı oldu. Genelkurmay Başkanlığı, Plan ve Harekât Dairesi, Plan ve Prensipler Şubesi’nde proje subaylığına atanmıştım.
Bu şube, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin NATO harekâtı da dahil bütün müşterek harekâtının planlanmasından ve icrasından sorumluydu.
Yunanistan 7 Şubat 1974’te verdiği bir notayla, Türkiye Petrol Arama Ortaklığı’nın Ege’de petrol araması yapacağı bölgelerin Yunanistan’a ait adaların deniz yatağı içinde olduğunu ileri sürdü.
Türkiye ise, 29 Mayıs 1974’te Çandarlı gemisini Ege Denizi’ne araştırmalar yapmak üzere çıkartarak cevap verdi. 29 Mayıs bilerek mi seçildi, bilmiyorum.
Ortada, ciddi bir Türkiye-Yunanistan krizi vardı. Bu krizin, Genelkurmay’da yürütülmesinden sorumlu şube ise bizimkiydi. Yoğun bir çalışma içindeydik.
Kriz, yanılmıyorsam Temmuz ayı başında sona ermişti. Şube Müdürü, benim izne ayrılmamı istedi. İzinli olarak İstanbul’a geldik. Birkaç gün geçmişti ki, zaten o gün Kıbrıs’ta olanları duymuştum, Ankara’ya dönmemi isteyen telgraf emrini aldım.
Kendimizi, genç bir kurmay yüzbaşı olarak; Kıbrıs Barış Harekâtı’nın planlaması içinde bulduk.
Sık sık Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’a bilgi arz etmeye gidiyorduk.
O sıralar büyüklerimiz bize şöyle takılıyorlardı. “Keşke bu yüzbaşılar albay olsalardı. Generalliğe terfileri garanti olurdu.”
19 Temmuz günü saat 10.45’te, çıkartmayı gerçekleştirecek amfibi konvoyun Kıbrıs’a hareket etmesini bildiren mesaj emrini, ellerimle mesaj kontrol şubesine büyük bir heyecanla ulaştırmıştım.
Yıllar geçti. Alay Komutanlığı ve Tümen Komutanlığı görevlerini Kıbrıs’ta yapmayı çok istedim ama olmadı.
Kıbrıs’la yollarımız son kez 2004 yılında kesişti. 2003 Ağustosu’nda Genelkurmay 2. Başkanlığı görevine atandım. 2004 yılının neredeyse ilk yarısı, Annan Planı üzerinde yaptığımız çalışmalarla geçti.
Görüldüğü gibi, Kıbrıs bizim yaşımızdakilerin hayatının önemli bir parçası oldu. Yaşamımızda, büyük izler bıraktı.
Emekli olduktan sonra, yazmak istediğim konuların başında Kıbrıs geliyordu. Araya başka konular girince Kıbrıs’a 2016 yılında sıra gelebildi.
Beni bu kitabı yazmaya zorlayan nedenlerden biri, 1974 Barış Harekâtı’nın hem planlanmasını hem de icrasını Genelkurmay seviyesinde yaşayanlardan biri olmamdı. Gördüğüm ve tespit ettiğim bazı noktaları okuyucularla paylaşmayı bir görev olarak kabul ettim.
Kıbrıs’la ilgili Genelkurmay Başkanlığı seviyesinde şahit olduğum ikinci önemli olay ise Annan Planı süreciydi. O günlerde, Annan Planı’na karşı idik.
Bugün, Kıbrıs’ta taraflar arasında görüşmeler devam ediyor. Bu görüşmelere ilişkin medyanın yeterli seviyede bilgi verdiğini söyleyecek durumda değiliz. Türk toplumunun büyük çoğunluğu Kıbrıs’ta neler yaşandığını pek bilmediği gibi, çoğu umursar bir durumda da değil. 1950’lerin sonlarında “Ya Taksim, Ya Ölüm” diye bağıran bir topluluktan bugün neredeyse sessizliğe bürünmüş bir toplum haline dönüşmüş olmamız gerçekten çok üzücü ve düşündürücü.
Güzel bir söz vardır: Geçmişi hatırlayamayanlar onu tekrarlamaya mahkûmdurlar.
Annan Planı sürecini hatırlamazsanız, korkarım bugün onun bile gerisine düşebilirsiniz.
İşte, bu kitabı kaleme almamın ikinci nedeni de budur:
Bu kitap iki özelliğe sahip olmalıydı. Hem oldukça karmaşık olan bu konu mümkün olduğu kadar kolay okunabilmeli, hem de okuyanlar bugün Kıbrıs’ta yaşananları doğru şekilde, herkesle tartışabilecek seviyede bilgiyle donatılabilmeliydi.
Okuyuculara son sözüm şudur:
Kıbrıs, sadece Kıbrıslı soydaşlarımızın bir meselesi değildir.
Türkiye’nin güvenliği bugün, düne nazaran daha çok söz konusudur. Kıbrıs’ın Türkiye’nin güvenliğiyle ilişkisi, Türkiye’ye olan mesafesiyle açıklanacak kadar yüzeysel değil, daha çok Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerin korunmasıyla ilişkilidir. Doğu Akdeniz’de bugün yaşananlar ise ortadadır.

Publish Date:

2016-04-01

Published Year:

2016

Submit Your Review You are not allowed to submit review. please Log In